Fıtratımın ne olduğunu biliyorum.
Fikrimce olması gerekenin ne olduğunu biliyorum ama bu olanla mutlu olabilir
miyim yoksa direnişe alışmış ruhum yine kendini bir direniş mi arar bilmiyorum.
Kendimi bildim bileli hükümdar olan kadınları sevmişimdir. Kleopatra gibi,
İskender'in zorla işgal ettiği şehrin sultanı gibi.. Ya da doğruyu söyleyerek
öldürülen diğer kadınlar. Sanırım içten içe güce karşı ya da belki de isyanın
kendisine karşı sempatim var. Düşündüm de La Loba'yı da seviyorum. Kendi içinde
kendini aramaya cesareti olan kadınlara karşı sempatim var. Sylvia Plath'in
günlükleri çarptı gözüme kitap siparişi verirken. Sırça Köşk'ü zaten okumak
istiyordum ama günlükler konusunda emin değildim. Sonra onun "Asla
istediğim bütün kitapları okuyamayacağım; olmak istediğim bütün insanlar
olamayacağım ve yaşamak istediğim bütün hayatları yaşayamayacağım. Kendimi
istediğim bütün becerileri edinecek kadar eğitemeyeceğim. Bunları neden
istiyorum? Hayatımda mümkün olan zihinsel ve fiziksel tecrübelerin tüm
renklerini, tonlarını ve çeşitlerini tatmak ve hissetmek istiyorum. Ve korkunç
derecede sınırlıyım… Uğrunda yaşayacağım çok şey var, yine de anlaşılması
mümkün olmayacak kadar hasta ve üzgünüm." düşüncelerini okuyunca kendimi
içten içe ona yakın hissettim. Ben de istediğim bütün kitapları okuyamayacağımın farkındayım. İstediğim tüm hayatları yaşayamayacağım sınırlıyım. Ve bu sınırlar gerçekten çok dar. Bu korkuyla bugüne kadar nasıl baş ettim sorusuna ise safiyane bir şekilde insan hayatı boyunca ne yaparsa ölünce de kıyamete kadar onu yapacağına olan inancımla diyebilirim. Bir gün eğer ölürsem o zamana kadar yaptığım tek şey okumak olurdu ve Rabbim beni bununla ödüllendirirdi. Buna dair inancım bütün günahlara ve dünyaya rağmen zayıflamadı. Şükretmem gerek buna. İçimde hırs ve öfke hissettiğimde bütün o öfkeyi kendime yöneltiyorum. Hayatta bana benden daha acımasız kimse olamaz, buna izin de vermem. Mahkum da benim hakim de benim cellat da.
Emir kiplerinden hiç hoşlanmadım. Emir kipi ve bir sürü şeyden hoşlanmam. Ev hanımı gevşekliği diye bir durum var ve ben bile bu durum karşısında sinir krizi geçirmemek için parmak kenarlarımı yiyorum. Sonra muhatapsız söylenmelere gıcık olurum. Bu tarz insanlar Hodor gibi geziniyormuş hissi veriyor. Yüreğim daracık bir kafes. Yüreğim daracık bir kafes. Tahammülüm ve sabrım çok dar. Çokça bencilliğim var. Oysa yazamayan bir yazarım. Kafasındaki hikayeleri oturup yazacak ortamını bulamamış öfkeli bir tenim sadece. Ursula gibi kendime düzen vermeliyim sabah sekizde başlamalı mesaim. Ama ne bileyim kendine bile saygı duymayan insanlar var. Sana mı saygısı olsundu... Aklıma bir filozofun cahiller arasında kalmış alimin durumuna verdiği cevap geliyor. Üzerine toprak atılmış ölmemiş kişi gibidir. Bu aklıma geldikçe gülüyorum elimde değil. Mutsuzluğumu hep olan şeylere bağlıyorlar. Oysa benim kendim olmaya ihtiyacım var, kendimle kalmaya. Bazen beni özgür bırakın diye bağırmak istiyorum. Yazarken odama girmeyin. Şu odaya tıkıldığımda şu kapıyı açmayın. Çünkü o kapı sadece öfkeme açılıyor. Kalbim küçük bir kafes. Sanki ayağımda pranga eksik.