6 Kasım 2020 Cuma

Gönül hatibimi yitirdiğim gündür.

 bu sabah 06.06da kalktım Kasım'ın 6sı. Telefonun ekranında tarihi görünce ekran görüntüsü aldım. Kafamı baza başlığı ile gövdem arasında sıkıştırmışım. Mide bulantısı baş dönmesi genel bir rahatsızlık. Sebebini bilmedim. Boynumu düzeltmeye çalışıyorum içeriden bir pıtırtı. Babam uyanmış. Namaz kılıyor. İşe başlayacaktı bugün. Namazını kıldıktan sonra hayırdır dedik birbirimize. İyi değilim dedim. O da tespihini çekip iki yasin okuyacak ve yemek yiyip gidecekmiş. Odaya geçtim biraz boyun hareketi falan yaparken kızım şunu yazar mısın diye geldi babam. Yazarken annemi de arkamda hissettim. İçeri geçerken abim de uyandı. Hayrolsun herkes neden ayakta dedim. Dediğim gibi babam işe yeni başlayacaktı ilk günü. Telefonuna mesaj geldi. Babamın üzüntü sesini duydum. Nasıl bir ses olduğunu hatırlamıyorum. Anladım ne olduğunu gidip sarıldım babama. Baba dedim. Ağlıyordu hıçkıra hıçkıra. Baba düzgün otur diyorum duymuyor. Yüzüne bakıyorum göz altında hafif bir morluk ve göz yaşı. Annem geliyor. Önce kızgın gibi anlayamıyorum, belki endişeli. Ne oldu diyor. Gözlerim dolu bakıyorum anneme. Efendim diyorum tıkanıyor boğazım. Çocukken yıllarca dua ettim. Rabbim ömrümden al ömrüne kat gösterme bu acıyı diye. Bu duayla büyüdüm, sahi ne zamandır gelmiyor dilime. Rabbim mi unutturdu! Allah... Allah... Annem çok üzülüyor. Abim geliyor. Annem Mustafa efendim diyor annem yere yığılıyor. Baba bu dünya Peygamberinin vefatını da gördü diyorum. Bir gün öncesinde babama ya kıyamet kopacak ümmet olarak imtihan ediliyoruz ve canlarımız alınacak ya da Allah'ın rahmeti gelecek hüzün yılının ardından gelen hicret gibi. Her iki ihtimalde de Rabbim kazananlardan eylesin bizi diyorum. Anneme kalk namazını kıl anne diyorum. Annemi abimle birlikte yerden kaldırıyoruz. Kendi halimize ağlayalım anne diyorum. Annem kendini bırakıyor. Anne bak Peygamber efendimiz sav vefat ettiğinde Hz Ömer ra üzüntüsünden kendini kaybediyor ve Hz Ebubekir ra onu uyarıyor diyorum. Hz Ömer ra haberi duyunca "Resûlullah ölmemiştir ve sağdır. Ona sadece Hz. Musa'ya ârız olan saika gibi bir saika arız olmuştur. Kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla iki parça ederim." diyor ve Hz Ebubekir ra gelip "Kim ki Muhammed'e (a.s.m.) tapıyorsa, bilsin ki, Muhammed (a.s.m.) ölmüştür. Kim ki Allah'a ibadet ve kulluk ediyorsa bilsin ki, Allah Hayy'dır, ölümsüzdür." diyerek ve Al-imran suresi 144. ayet olan "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçti. O ölür veya öldürülürse gerisin geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah'a en küçük bir zarar vermiş olmaz. Fakat şükredenlere Allah mükâfatını verecektir." okuyarak insanları teskin etmiş. 

 Bugün 06.10 da ciğerimiz yanmıştır. Canımızın canı Yakup Hâşimi Rabbine kavuşmuş bizi öksüz bırakmıştır. Rabbim ona ve bize rahmet etsin. Rabbim güzel insanları alıyorsun yanına. Bizi doğru yola ilet ve o yoldan ayırma. O yol üzerine ölmeyi nasip et. Rabbim verdiğin acılara dayanabilme gücünü ver. Amin.

15 Ekim 2020 Perşembe

Biraz üzgün ve Ömer öfkesinde biraz

  Kalbin mengene ile sıkılırken ve yüzde sıkıntılar kendilerine yeni yollar edinirken şöyle olsaydı böyle olsaydı demek kişinin yükünü azaltmaz. Derdini arttırır, sıkıntısını arttırır. İnsan kırgınken daha kolay kırılıyormuş. Ya da hassasiyetle alakalı olabilir bu durum. Bir şekilde yapabileceğin şeylerin önü bir bir tutulurken, düşerken bir şekilde elinden tutup kaldırdığın kaldırmaya çalışırken yanına düştüğün insanların hal hatır sormamaları bile... vefasızlığa alışmak lazım. Belki de dünya budur. Birileri birilerinin omzuna basarak yükselir. Seninle aynıyken vaatlerde bulunur ve bu vaatlerin olmayacağını bilirsin mühim değildir ama insan bazen kötülüklerin dibi olduğu gafletine kapılır. İnsan vefasızlığın da bir sınırı olduğu gerçeğini unutur. Şu sıralar çokça kırgınım. Hayatı kendine kafes yapanlar, ayaklarına pranga takanlar o kafese seni de sokuyormuş, denizin derinliklerine dalarken seni de çekiyormuş kendisiyle. Bazen haykırasım geliyor bırakın beni, bırakın nefes alamıyorum. Bırakın beni tükeniyorum. Bütün bu hırslarınız, öfkeleriniz, arzularınız, haklılıklarınız, sözleriniz, kederleriniz, aşklarınız, sevgileriniz, akıllı oluşlarınız, dedikodularınız sizinle kalsın. Bırakın beni. Uzak durun benden, içinizdeki tüm kötülükleri görüyorum bırakın beni. Üzgünken ben ayaklarınızın altında gölgelerinizin etekleri havalanırcasına dans ettiğini görüyorum rahat bırakın. Parmağınızı bir kabahatimi gördüğünüz zaman sallarken yediğiniz tüm haltlar gözlerinizin içinden göğe fırlıyor rahat bırakın beni. Bu dünyaya ben olarak geldiysem bırakın iyisiyle kötüsüyle kendi kararlarımı yaşayayım. Ben siz değilim bırakın beni. Hata yapmamı engellemiyorsunuz hayatı yaşamamı engelliyorsunuz bırakın beni. Nefes alamıyorum. Kafka'yı Kafka yapan babası beni ben yapan... Nefes alamıyorum ve bu kimsenin umurunda değil. Anlaşılmak gibi derdim yok sadece kendimle kalmak istiyorum. Yalnız bırakın beni. Bırakın Ursula'nın kitaplarına gömüleyim. Bırakın... haklısınız hepiniz haklısınız bir hayatınız var, kişiliğiniz, gururunuz, onurunuz, haklılığınız. Gözlerinde yaşınız. Ben artık derdinizle yüklenmek istemiyorum. Derdinizi alın keyifli günleri yaşadığınız gibi yaşayın. Kimleyseniz onunla yaşayın. Beni ve bizi rahat bırakın. İnsan gerçekten çokça yoruluyor. Başkalarının güzel hayat yaşadığını düşünüp kendini daha da bunalıma sokan insanlar sizden de nefret ediyorum. Siz haklısınız, siz dertlisiniz. 

 İnsan bir hayalini çokça sesli söyleyince etrafındakiler de o hayale sahip çıkıyormuş. İnsan hayal kuramayınca hayal mühendislerinden hayal çalabiliyormuş. Hayal mühendislerinden çaldığı hayalleri kendi hayali şeklinde dile getirirken hayal mühendisinin bunun farkına varamayacağına inanıyormuş. Sonuç. Bu yazı başlığını aramıyor.


30 Eylül 2020 Çarşamba

Kalbin Renkleri

  Deliler Fatih'in fermanı filmini bitireli iki dakika oldu. Bu film yapımcılarına cidden şaşırıyorum. Böyle enfes bir konuyu nasıl bu kadar durağanlaştırdılar nasıl bu kadar Cüneyt Arkın'ın Kara Murat'ı kıvamında yaptılar şaşırdım. Oyucuların bazılarının performansı çok iyiyken diğerlerine yorum bile yapamıyorum. Ya nasıl Hint filmi gibi yaptınız sevgili yapımcılar mis gibi konuyu.

 

 Filmi pek beğenmesem de bir iki sahne vardı beni cezbeden. Az önce zaliminin elinden kurtulan mazlumun zaliminin cesedini yumruklarken ki çaresizliği insanın yüreğine çarpıyor. Sorulara yönlendiriyor insanı. Güçsüzlüğümü giderip güçleneyim ama hangi açıdan? Fiziksel olarak güçlensem ruhum açık darbelere, kalbim açık. Meğer ne kadar çaresizmişiz. Ben ne yönden geliştirsem kendimi çaresiz hissediyorum. Çaresiz..

Mevzumuz film de değil üstelik. Buraya kadar okuyunca diyeceksiniz ki kızım neden yazdın o zaman. Neden yazmayayım ki :) İnsanın incelmesi için dertlenmesi, çaresiz kalması gerekiyor. Kırklansam derim hep... Mevleviler gibi çileye kapatsam kendimi derim. Dünya hepimizi çileye kapattı sevgili arkadaşlar. Düşünmekten başka çaremiz yok. Düşünmek de çare değil üstelik. Mehmet abi bir gün sanırım doğum günümde Saraçhane'de otururken bana "Yaşayacağın daha çok dert var kızım. Hayatın ne kadar acımasızlaştığını gözlerinle göreceksin. Bak bana yalnız kalma. kendini sakın yalnızlığa mahkum etme" demişti. Sen de ne var ki Mehmet abi demiştim mutlusun işte. Öyle miyim yalnız başıma yaşıyorum dedi. Şimdi düşünüyorum bunu. Çünkü bugüne kadar bütün hızıyla akan bir hayatım vardı. Hoş o yavaşlamadı ama galiba benim beynim hızlandı. Yalnız kalmamak için hayatıma birini sokmuyorum bu yanlış anlaşılmasın. Gürül gürül akan bir dereyi ellerinizle nasıl durdurabilirsiniz ki? Sadece denersiniz. 

Şu sıralar insanlarla konuştukça kederleniyorum. İnsanlar derdini anlatacak bir dost bulamıyor. Bazen kendimi yalnız hissetsem de yalnız olmadığımı, istersem sırtımı dayayabileceğim güç alıp güç olacağım dostlarım var elhamdulillah. Dert bir değil bin değil... İnsanlar keder denizine kapılmışlar üstelik yüzme de bilmiyorlar. Bir abla yaşadıklarını anlattı. Aşıkmış birine. Evli birine. Saklanılan sır artık yüreklerden taşar olmuş. Dert büyümüş, derman yok olmuş. Tamam bir beklentim yok ama ben burada böyle köpek gibi beklerken onun eşiyle çocuklarıyla mutlu olmalarına nasıl dayanabilirim ki dedi. Elimi kalbimin üstüne götürmemek için zor tuttum kendimi. Bir virdi hatırlatır gibi kendi kendime gönül dansöz gibiymiş dedim. Nefesini tutma! Soluğumu saldım, sahi ne çok yorgunum. Çünkü kimsenin beni avutmasını istemiyorum. Çünkü neydiyse geçti gitti. Abla dedim ne yaşadıysan yaşadın. Belki annen bile sırtına attı tekmeyi. En güvendiklerin de yıktı belki seni ama sen şimdi ayaktasın. Artık olana ölene derde kedere yapabileceğin bir şey yok. Geçmiş varsın geçmiş olsun. Bırak yaşamaya cesaretin olsun ki bazı şeyleri zaman yaralarını tamamen kapatabilsin. Bitirdin ne güzel. Kendini çekme geri sakın. O seni sevmedi buna emin olabilirsin. O hayatındaki bir eksiği seninle gidermeye çalıştı, egosunu tatmin etti. Seni sen olarak kabul etmedi ve seni dinlemedi. Bırak. Kızım geçmişi öylece bırakabilir misin? İzi kalır. Sen ben gibi değilsin mutlu bir çocukluğun oldu. Kimin ne yaşadığını nereden biliyorsun ki. Senin mutlu sandığın insanlar içlerinde ne kederlerle yaşamaya çalışıyorlar. Hayatındaki boşluk her neyse bunu kendin tamamla. Eğer sevilmek istiyorsan kendin sev kendini. Gezmek istiyorsan çık gez. İnsanların hepsinin iyi yanları vardır ama bu iyiliğe sahip olması sana iyi geleceği anlamına gelmez. Sen o insanların oklarını görmeye çalış. 

İnsanlarla ilişkilerimiz oklu kirpilerin soğuk havada birbirine sokulmaya çalışmasına benzer. Kendimiz de oklu bir kirpiyiz diğerleri de. Doğru mesafeyi bulana kadar soğuktan kaçarken birbirimizi yaralayacağız. İstemesek de olacak bu. Bilmiyorum sözlerim ablaya ne kadar tesirli olmuştur. Kocaman kadın diyeceğim de sanki benim yaşım az mı? Genç diyorlar ama. Arkadaşlar yüreğime saplanan oklardan delik deşiğim, siz de öylesiniz biliyorum. Sevdiceğim de böyleydi. Üstelik bir yarasının kanayışına da denk geldim. Sevilmeyi hak etmiyor muyum ben Esma dedi bana. Yüreğim titredi onun bu isyanına. Aklıma geldikçe dolar gözlerim. Gerçi göz yaşım ve sümüğüm her an akmaya hazır bekler. Onun da öyle. Bu kadar ayrılıktan sonra, bu kadar keder ve dertten sonra sevdiceğimle bir araya gelince ne o kendini tutabilir ne de ben. Akmaya hazır olanlar akar. Biliyorum çok yer veriyorum cümlelerimde. Sebebini bilseniz hem güler hem ağlarsınız. Post modern bir Kerem ile Aslı hikayesini yaşıyor gibiyiz. Rabbim sabrını ve peşine sevinci nasip etsin. 

Arkadaşlar sevgi çok değerlidir, çok da güzeldir. Ama insan severken sevdiğiyle el ele tutuşup dünyaya karşı savaşır. Sana rağmen seni seviyorum dediğiniz tüm sevgililerden ateş yağmurundan kaçar gibi kaçın. Sen sevdiğine karşı savaşıyorsan emin ol o savaşın sonu belli kaybedeceksin. Üstelik bu savaşta kendim dediğin her kendine has özelliğini kaybedersin. Kalbiniz sıkışsın bırakın. Sevgi güzeldir, derdi yakar ama sonra pişman olacağınız şeyler yapmayın. Bugün bir yerde dinledim günahlar belli, siz kötülüğü yok etmek için savaşırsınız o kötülük sizin kalbinizde yeniden fidanlanır. Savaşı kaybetmeye gönüllü olun. Savaş Hak için olmadıkça kazananı olmaz. Ben bunu bilirim bunu söylerim. Önce refik sonra tarik demiş atalarımız. Ne de güzel demiş. Sırtını dayayamıyorsan bırak, olmuyorsa olmuyordur. Daha iyileri muhakkak vardır. Kalbin özgürlüğünü bulacaktır. Özgürlük ne güzel kelime. Özgürlük ne güzel his... 




خدایا ندارد طاقت یک دم جدای

28 Eylül 2020 Pazartesi

Kuş

 Fıtratımın ne olduğunu biliyorum. Fikrimce olması gerekenin ne olduğunu biliyorum ama bu olanla mutlu olabilir miyim yoksa direnişe alışmış ruhum yine kendini bir direniş mi arar bilmiyorum. Kendimi bildim bileli hükümdar olan kadınları sevmişimdir. Kleopatra gibi, İskender'in zorla işgal ettiği şehrin sultanı gibi.. Ya da doğruyu söyleyerek öldürülen diğer kadınlar. Sanırım içten içe güce karşı ya da belki de isyanın kendisine karşı sempatim var. Düşündüm de La Loba'yı da seviyorum. Kendi içinde kendini aramaya cesareti olan kadınlara karşı sempatim var. Sylvia Plath'in günlükleri çarptı gözüme kitap siparişi verirken. Sırça Köşk'ü zaten okumak istiyordum ama günlükler konusunda emin değildim. Sonra onun "Asla istediğim bütün kitapları okuyamayacağım; olmak istediğim bütün insanlar olamayacağım ve yaşamak istediğim bütün hayatları yaşayamayacağım. Kendimi istediğim bütün becerileri edinecek kadar eğitemeyeceğim. Bunları neden istiyorum? Hayatımda mümkün olan zihinsel ve fiziksel tecrübelerin tüm renklerini, tonlarını ve çeşitlerini tatmak ve hissetmek istiyorum. Ve korkunç derecede sınırlıyım… Uğrunda yaşayacağım çok şey var, yine de anlaşılması mümkün olmayacak kadar hasta ve üzgünüm." düşüncelerini okuyunca kendimi içten içe ona yakın hissettim. Ben de istediğim bütün kitapları okuyamayacağımın farkındayım. İstediğim tüm hayatları yaşayamayacağım sınırlıyım. Ve bu sınırlar gerçekten çok dar. Bu korkuyla bugüne kadar nasıl baş ettim sorusuna ise safiyane bir şekilde insan hayatı boyunca ne yaparsa ölünce de kıyamete kadar onu yapacağına olan inancımla diyebilirim. Bir gün eğer ölürsem o zamana kadar yaptığım tek şey okumak olurdu ve Rabbim beni bununla ödüllendirirdi. Buna dair inancım bütün günahlara ve dünyaya rağmen zayıflamadı. Şükretmem gerek buna. İçimde hırs ve öfke hissettiğimde bütün o öfkeyi kendime yöneltiyorum. Hayatta bana benden daha acımasız kimse olamaz, buna izin de vermem. Mahkum da benim hakim de benim cellat da. 

Emir kiplerinden hiç hoşlanmadım. Emir kipi ve bir sürü şeyden hoşlanmam. Ev hanımı gevşekliği diye bir durum var ve ben bile bu durum karşısında sinir krizi geçirmemek için parmak kenarlarımı yiyorum. Sonra muhatapsız söylenmelere gıcık olurum. Bu tarz insanlar Hodor gibi geziniyormuş hissi veriyor. Yüreğim daracık bir kafes. Yüreğim daracık bir kafes. Tahammülüm ve sabrım çok dar. Çokça bencilliğim var. Oysa yazamayan bir yazarım. Kafasındaki hikayeleri oturup yazacak ortamını bulamamış öfkeli bir tenim sadece. Ursula gibi kendime düzen vermeliyim sabah sekizde başlamalı mesaim. Ama ne bileyim kendine bile saygı duymayan insanlar var. Sana mı saygısı olsundu... Aklıma bir filozofun cahiller arasında kalmış alimin durumuna verdiği cevap geliyor. Üzerine toprak atılmış ölmemiş kişi gibidir. Bu aklıma geldikçe gülüyorum elimde değil. Mutsuzluğumu hep olan şeylere bağlıyorlar. Oysa benim kendim olmaya ihtiyacım var, kendimle kalmaya. Bazen beni özgür bırakın diye bağırmak istiyorum. Yazarken odama girmeyin. Şu odaya tıkıldığımda şu kapıyı açmayın. Çünkü o kapı sadece öfkeme açılıyor. Kalbim küçük bir kafes. Sanki ayağımda pranga eksik.




Rüya

 Bugün çok tuhaf bir rüya gördüm. Dünya şuan olduğundan daha berbat bir durumda ve biz bulunduğumuz halden daha korkunç bir hâl içerisindeydik. Bugüne kadar dünyada insanın yaşamına kast edebilecek herşey bir aradaydı. Mesela her yer dinazor doluydu ve bazı kara dinazorları sularda hareket edebiliyordu. Rüyamın bir yerinde çok berrak bir su, muhtemelen geniş ve yavaş yavaş akan bir dereye girmem gerekiyor. Bir şeyden kaçıyorum. Şuan ve uyandığımda neyden kaçtığımı bilmiyordum ve o kaçtığım şey hemen bir adım arkamda bütün süratıyla beni takip ediyordu. O berrak suya girmem gerekiyordu çünkü beni takip eden şey suyun içinde hareket edemiyordu. Ama önümdeki suya baktığımda o berraklıkta bir an küçük balıklar dışında önüme doğru yüzüp hızlıca geri giden muhtemelen bir yılan balığını görüp ürküyorum. Girmekte tereddüt etsem de aklıma babamın yazın köyde su yılanı gördüğümüz zaman bana su yılanlarının zehirsiz olduğunu söylediği geliyor ve tereddütle suya giriyorum. Yüzmeye başlayınca uzun boyunlu ejderha ki bir kaç gün önce bu yaratıkla ilgili Moğolistan ile bir ülke arasındaki çölde Japon ve Moğol bilim adamlarının iş birliği ile bu dinazorun iskeleti bulundu haberini okumuştum görüyorum. O derin ve berrak suyun içinde upuzun boynunun üstündeki kafası yüzeye yakın bir yerde duruyor ve kendi kendime diyorum ki rüyanda gerçek hayattaki halinden daha cesursun, bunu görsen korkudan ölebilirdin. Ve hemen peşine çeşit çeşit dinazor görüyorum. Kimi suya serinlemek için girmiş, kimi zaten suda yaşıyor. Bazıları beni yemek için atakta bulunsa da hızlıca bu ataklarını geri çeviriyorum. Bir müddet sonra suyun karadaki yolla yakınlaştığı yerde durağa yanaşmış otobüse hızlıca biniyorum. Otobüslere binmek için izin gerekli ve otobüsün koridoru bir bantla kapatılmış durumda. Şimdi boku yedin kızım diyorum ama muavin ve şöför otobüste beni farketseler de ciddiye almıyorlar ve yola devam ediyoruz. Bir sonraki durak, son durak ve benim yüzmeye başladığım yer. Beraber geldiğim kişi, ölümcül bir hastalığa yakalanmış olsam bile benimle evlenmiş kişi. Beni bekliyor. İnsanlar zaten ya hemen o an ölenler ya da biraz sonra ölecek olanlar diye ikiye ayrılıyor. Ölüm o noktada zor olan şey değil. Ölüm en kolay olanı. Ama asıl hikaye yaşamanın kendisi. Nehrin gözüymüş orası ve uçurumvari kayaların kenarında incecik bir keçi yolu var. O yoldan zoraki yürüyüp küçük bir delik görüyoruz. Evimize gelmişiz. O deliğe vücudumuzu yan çevirerek giriyoruz ve oradaki taşlar hareket ederek içinden bir insanın geçebileceği bir geçit açılıyor. Kurtulduğumuzu düşünüyorum. Bu hikayenin böylece bittiğini ve huzurla kalan ömrümü geçirebileceğimi. Erkenci davranmışım. Kafaları büyük yuvarlak ve çim adamları anımsatan bazı insanlar gelip bizi o delikten çıkarmak istiyorlar. Arka taraftaki camlarda kıpkırmızı lekeler oluşuyor. Salgın buraya da uğramış diyerek gerisin geri kaçıyorlar. Anlamakta zorlanıyorum. Meğer filmlerdeki gibi bir hikayesi varmış o lekelerin. Orada yaşayan kayinvalide tarafından uydurulmuş. Arada sırada burayı keşfeden kişiler olunca onları korkutmak için böyle bir düzenek kurulmuş. İşte şimdi kalan ömrümü huzurla geçirebilirim.

Böyle bir rüyaydı. Rüyalarımı seviyorum. O rüyalar çok benden ve izlemek isteyip izleyemediğim film gibiler. En azından fantastik ve gerçek hayattaki gibi tam anlamıyla bir mutluluk söz konusu değil. Anı kurtarmanın huzurunu yaşıyorum. Hayat şuan güzelse daha ne olsundu

22 Eylül 2020 Salı

Parol mü Apranax mı

 Kendimin devletçi olduğu gerçeğiyle yüzleştim bugün. Havsalamda devlet mükemmel işleyen bir çark gibi. Beni hep koruyacak ve haklı ile haksızı ayırt edebilecek bir yapı gibi. Beni anlatılan distopyaların neden rahatsız ettiği gerçeğiyle bir kere daha karşı karşıya kaldım. Çünkü devletçilik anlayışını iliklerime kadar işleyen bir eğitim sistemiyle büyüdüm ve hayatta en çok güvendiğim şey devlet. Sanıyorum ki devlet mağdur etmez. Mağdur etmeyecek devlet kavramı sadece ütopyalarda oysa. İçimde derinde bunu hissediyor olmama rağmen bir kurumdan tokat yiyip diğer kuruma diyorum ki bak bu bana böyle yaptı. O yanağıma belki onlar da bir tokat atacak. Ama içten içe bu olasılığa inanmıyorum. Çünkü devlet haksızlık yapmaz. Şuan beni uyutmayıp buraya yazı yazmaya iten sebep de bu. Haksızlığa uğradım üstelik ömrüm boyunca güvenini inşa ettiğim yerlerimden kırıldım. En çok distopya yazma sebebim belki de bu güvenin boş ve saçma olmasını biliyor oluşum. Kendime her defasında neden yazmam gerektiğini hatırlatıyorum. Artık sadece yazmalıyım. Önüme amalar koymamalıyım. Arkadaşlar hayat en boktan seneryosunu oynuyor. Senenin başından beri kabus gibi geçiyor günlerim. Ve aslına bakarsanız hala nasıl bir sorumluluğun altına elimi koyduğumun farkında bile olmayabilirim. Belki de bir açıdan boku yedim gelecek için. Dediğim gibi canım çok sıkkın ve yazmaktan başka beni mutlu eden şey yok. Yani dolayısıyla beni salt bir şekilde mutlu eden herhangi bir şeye sahip değilim. He bir de sanırım yüzyılın en romantik adamıyla evlenme yolunda adım adım ilerliyorum. Adamın çok konuştuğundan şikayet edebilirdim ama sanırım artık ben ondan daha fazla konuşuyorum. Neyse mevzumuz bu değil. Rabbim şu gerilim modundan ne zaman çıkacağım Ya Rabbim. Vallahi artık başımın ağrısına dayanamıyorum avuç avuç ağrı kesici içiyorum. Bunun için bile bana acıyıp artık beklediğim mutlulukları sevinçleri gönderirsin. Bir de artık şu korona kabus olmaktan ziyade açığa yapılmış kaka gibi can sıkıcı kıvama geldi. Kaldır Rabbim bu belayı sevdiğin kullarının yüzü suyu hürmetine. Bir de Rabbim duvarlara toslarken en azından dur toslayacaksın ya da beyin kanaması tabelası falan olsun. Ben ne ara 28 oldum... Allahım ne ara güzel haberler duyacağım güzel Rabbim. Düzenli olarak ağrı kesici içtiğim şu günleri güzelleştir Rabbim. Amin. 

29 Ağustos 2020 Cumartesi

Bir gram umut

 Çim biçme makinesi çalışıyor. Etraf yanık benzin kokuyor. Şehirli olmasaydım sevmeyebilirdim bu kokuyu. Çiçek koklar gibi çekiyorum yanik benzin kokulu havayı içime. Bir gram anlayış. Bir gram anlayış.
 İnsan insanın kurdudur. İçini kemirir, tüketir. Etrafımıza bize bir nebze huzur, bir nebze mutluluk vermeyen insanlardan duvar oluşturmuşuz. Duvara bakıp hüzünleniyoruz. Duvara bakıp seni seviyorum diyoruz. Sesimiz o büyük sessizliğin içinde duvara çarpıp dönüyor. Sanıyoruz ki duvar da bize seni seviyorum diyor. Bir çiçeğe, duvarın ardına hasretiz ama yankı... Sadece yankıyı tekrar duymama ihtimali için o duvarı geçerek yürümüyoruz.
Bir gram anlayış. Beni hemen anlamalısın, bir kitap değilim. Anlamak bu kadar mı zor. İnsanın bilinmezliğinin sonu görünmeyen bir çukura benzediğini biliyorum. Ama bir gram anlayış.
 İnsanı kainatta yalnız olmadığına inandıracak bir gram anlayış. Eskiden mezara tek başına gireceksin dediklerinde ürperirdim. Yalnızlığımın farkında değilmişim. Çocukluk... Toprak sıcak bir kucak. Hayatı boyunca sevgi görmemiş bir insan için sevgi dolu bir kucak. Derler ki bir adam duvara işerken yakınında yetim bir çocuk varmış. İşini bitiren adam eline gelen sidiği çocuğun yanından geçerken kafasına sürmüş. O pislik yaparken bir gram sevgiye hesret o çocuk sevildiğini sanmış. Devamında anlatırlar ki o çocuğun zannı üzerine, kalbindeki sevinç üzerine o adam cennete gider. Kim bilir...
 Dostoyevski'nin köpeğine inanmıyorum. Hobi olarak yine inanmıyorum. Dünya düşününce acıların bolluğundan içimi ürpertiyor. Hoyratça kırılan ağacın dalı kalbimi sızlatıyor. Dere kenarından yuvarlanan ayı içimi yakıyor. İnsana dair gram ümidim var mı... Var mı...
 Sanırım beklentim çok fazla. Bir gram anlayış yok. Ne yaparsan yap senden kötüsü yok. Ne yaparsan yap ümit yok. Çok fazla acı Allahım affet. Çok fazla acı Allahım lutfet..

28 Ağustos 2020 Cuma

akmayış

Şu sıralar kendimi La Loba gibi hissediyorum. Sanki insanlarla ortak bir lisan konuşmuyorum. İnsanlar hangi dünyaya kulak kesildiyse öbürüne sağır. Kendi söylediğini dinliyor herkes. Konuşuyorsun ama dinleyen de yine sadece kendinsin. Bir ara dostlarımla olduğum bir ara, mutlu olmaktan yazmaya fırsat gelmemişti yazamadığımı düşünüyordum. Meğer işin aslı öyle değilmiş. Yazmıyormuşum, içimde beni boğacakmış gibi bir fırtına yokmuş. Boğacakmış gibi.. Şu sıralar fırtınam o kadar kuvvetli ki fırsatım olsa elimi kağıdın üzerinden çekmem. Her insan bir şekilde içinde bulunduğu bunalımı atıyor. Bazıları içinde bulunduğu ruh halini dışarı taşıyarak, bazıları boğularak, bazıları delirerek. Bana sorsanız en çok ne hissediyorsun diye. Dört nala koşmak isteyen öfke. Hayatımda bazı şeyler değişiyor. Birine güvenmeyeli o kadar zaman olmuş ki. O ilk coşkun konuşmaların ardından gelen o rutinin ne olduğunu bilmedim. Bu biraz ben kaynaklı, biraz kader. Ama şuan o rutinin sıkıcılığını bile seviyorum.(burada sevdiğim rutin başka) Günler birbirine çok benziyor. Bu bir bakıma onların sanki bitmek bilmez bir uzunluğa sahip olduğu hissi veriyor. Biraz da hızlı geçiyormuş hissi. Nihan Kaya'nın kitabıydı sanırım diyordu ki "İnsanlar aynı şeyleri her gün yapınca beyin kayıt almayı bırakırmış." Öyle bazı zamanlarımı sanki yaşamıyormuşum gibi. İsraf. Ömer Erdem'i ve Mustafa beyi özledim. Bir açıdan da kendimi çok çaresiz hissediyorum. Kesinlikle isyan değil ama umut ağacının tutulur yanı kalmadı gibi. Hangi dalı tutsak kırılıyor. Umutsuzluk çölünde çiçekler umudu hatırlatır mı?

28 Temmuz 2020 Salı

Kağıt Yelkenler

 Çok eski zamanlarda şehrin birinde insanlar başlarını kaldırıp göğe neden bakmazlar ki diye sorardım. Bilmiş zamanlarım idi o günler. İnsan her şeye yetebilirdi. Hem rahatlatırdı insanı maviye bakmak. Ama bazı günlerde insanın hayatından siliniyormuş gökyüzü. Çok sevse de Ay'ı, Güneş'i ve yıldızları ve geceyi ve maviyi göremiyormuş.  Çünkü her insan içine düştüğü kendi kuyusuymuş.
 Ayaklarım yorgun, yorgun gözlerim, uykularım yorgun. Bu kadar yorulacak ne oldu ki diyemeyecek kadar yorgun. Gelecek günlerin bir yandan gelmesini isterken bir yandan da istemiyorum. Kendimden eksileceğim, ömrümden sevincimden kaygısı burnumun dibinde. İnsan bazen doyum noktasına ulaşır. Tamam artık daha fazla insan tanımasam da yeter artık bu insanlar bana der. Bunu dediği an anlamaya başlar ki en çok tanıdığını düşündüğü kişileri meğer tanıyamamış.
Öyle büyük büyük konuşup zaman hayal kırıklığıdır demeyeceğim. Zaman cevaplarını bulamadığın soruların sürekli yeni cevaplarla cevaplanmasıdır. Net bir cevap yoktur ama net bir cevapsızlığa da sahip değildir. Bu an için verdiği cevap yeterlidir de.
Zamanla örtüldüğünü düşündüğümüz her şeyin örtüleri açılır. Bazen bu örtüler açılınca korktuğumuz sonuçları olmayacaktır, belki bazen olacaktır. Ama yıllarca o örtünün açılacağı korkusuyla yaşamak yani korkunun titretmesi ya da unutulması ve açığa çıktığında bacaklarımızı titreten o bilinmenin korkusu, sadece bizim bildiğimiz kimliğin istemeden açığa çıkması ve insanların zihnindeki fotoğrafın değişmesi ihtimali... Fotoğraf değişti Esma artık ne yaparsan yap o değişen fotoğrafı eskiye çeviremezsin demişti bir gün Mustafa Kirenci. Kendimi açıklamak zorunda değilim. Kendimi savunmak zorunda değilim. Yanlış bildiklerinizden hiç sorumlu değilim. Ama insanın içinde az da olsa ukde olarak kalıyor bazı şeyler.
Bir kitabı okurken hayattaki karşılaştığım her duyguyu o okuma sürecinde hissettiğimi fark ettim. Bir sorunla karşılaşınca şaşkınlık ve ne yapacağını bilemediğin o anlardaki kalp büzüşmesi ve bu anlarda zamanın gerinerek genişlemeye başladığının hissedilmesi... O ilk sıkıntılı halde kendimize ama daha yeni başladı denmesi, gittikçe düğümlenmesi, acının artması ve iliklerde hissedilmesi, bazen zaman öyle bir genişliyor ki acıdan kalp mengenede sıkılıyor ve diyorsun ki "Yok ama böyle olmaz. Bu acılar gerçek olamaz". O zamanlardan kaçmaya çabalıyorsun ve acının en üst noktasında kırılıp hissetmez oluyorsun. O noktadan sonra zaman biraz da bilinçsizce geçiyor. Yaşama refleksine sahipsin ama düzeleceğine dair umudun da yok. Akıntıya bırakılmış kağıt gemisin sanki, tamamen ıslandın ve batmayı bekliyorsun.  İleride seni suyun sürüklemesinden çekip kurtaracak bir dalın olduğunu bilmiyorsun. O dala takıldığında bütün yorgunluğunu hissediyorsun, bütün acıları, kederler o en üst noktada seni terk eden tüm o hisler geri hücum ediyorlar ama bir umudun var. Tutunacak bir dalın değil, seni tutan bir dal var. Bırakır diye bekliyorsun ama zamanla sular çekiliyor ve sen o dala takılı kalıyorsun. Umut işte bazen böyledir. Sen onu bıraktığında o seni tutar. Bütün bu duygular insanların yaşarken hissettikleridir ama bir kitap bu duyguların hepsini sen onu okurken hissettirir. Bir kitap okumak belki de bir hayat daha yaşamak demektir.
Nur Sena'ya :)

8 Haziran 2020 Pazartesi

Yorgun.

 Ayrılığın ölümden haberi yok. Bir ayrılık, bir yoksulluk bir ölüm demiş şair. Bu acılardan birinin diğerine sebep olabileceği bir çember var sanki dünyada. Insan olmak tuhaf bir şey. Başta kendini anlamlandıramıyorsun. Kaderin elinde diyorlar ya büyük yalan. Insanlar etrafında ne kadar fazlaysa o kadar mutluluk ve acıya kendini hazırlamalısın. Içinden ne çıkacağını bilmiyorsun. Bazılarından kaçamazsın. Onlarla daha doğmadan örülmüştür kaderin. Sen onların hayatında sadece bir yazgı iken senin kaderin onunla birlikte örülmüştür.

9 Mayıs 2020 Cumartesi

güçlü ol

Geçer tabi ama nasıl geçtiğini kimse bilmez. Görünen göründüğü gibi olmaktan ötedir. İnsan insan. Kendime en büyük haksızlığı ben yaptım. O da beni hor görenlerle oturup kendimi hor gördüm. Bir yerde bir acıyı çektiğini bildiğim kişinin ne türde bir sancı heyulası içinde olduğunu hissedebiliyorum. Tanımıyorum ne yapabilirim bilmiyorum. Geçecek desem de şuan için geçmeyeceğini bilirim. Üzgünüm ta kalbimin içinden. Aynı acıyı ben de yaşadım. İnsan nasıl yıkılır sorusunun cevabı olduğunu da bilirim. Bana çok benziyorsun bana çok benzediğin için de bu acıları yaşayacağını biliyordum. Keşke sadece sana söyleyebilseydim bunları. Özür dilerim. Kendine iyi bak. Değerli hissediyorsun kendini ve de hatalı. Sanki bütün suç senin omuzundaymış gibi. Zamanla kendi değerini ve seni sen yapan her şeyi kaybedersin. Benim yaptığımı yapma. Hayat güzel, sen güzelsin. Ve bir gün sana çok kıymet verecek biri çıkar karşına hiç ummadığın bir anda. Güçlü ol. Ve zaten bunun dışında bir sürü imtihan var dünyada. Mutlu olmaya bak. Güçlü olmaya...

12 Nisan 2020 Pazar

من چند روز پیش گفتم که می خواستم زبان فارسی را بنویسم. این روز نویسم. چرا نمی دانم. در این روزها شادیها و تلخها توی دلم دارد. مثل یک چاه.در کلویه با حرفهای فارسی می خواهم تمرین بکنم. با پرهام حرف می زدم در باره دستان و دیگر چیزها... یکی گفت که تو را دوست دارم. من منتظر نیستم یکی را دوست دارم. این روزها با هیچ کس نمی خواهم که حرف بزنم. فقد بخوانم. می خوانم از ایتالو کالوینو.کتابش تمام می شه.خیلی خوشم می آد. اقای ایکوت با من حرف نمی زد در این روزها. چرا نمی دانم. شاید به من دلخور شد. استاد مینا بچه اش به دنیا آمد؟ شاید. 

3 Nisan 2020 Cuma

Film

Filmi izledim. Çok beğendim ama bunun ötesinde bir bağ kurdum film ile. Kıyamet kopsa bile hayat devam ediyor işte. Hayat öylece akmaya devam ediyor ve kıyamet koparken de insan kendisi olmaktan vazgeçmez. Kıyamet kopmaya başladığında ki bu saniyelik bir an olacak belki de ama elinde fidanı olan biri muhtemelen o fidanı dikmeye devam edecek. Çünkü insan böyledir. İmam Gazali'nin bir tanımı yarım yamalak dolanıyor aklımda. Bir şeyi meleike haline getirmek. Sanırım İslam Düşüncesinde Ahlak isimli kitapta yer alıyor. Bu yazıyı bitirince bakacağım. Fatma Barbarasoğlu'na o kadar çok katıldım ki eleştirdiği noktalarda. Mesela ismi Yeryüzündeki Son Aşk olarak tercüme edilmiş. Ne kadar anlamsız. Duyular, hislerin en yoğun olduğu anda kayboluyor. Belki de gerçek hayatta da böyledir. Belki değil öyle. İnsan öfkelenince sevgi mi kalır geriye. Ya da severken insan kör olur. İnsan tat alamazsa çok yer. İnsana en büyük kederi öyle bir anda geçmişten gelen kokular vermez mi? Film on numara beş yıldız. İzlemeyenler muhakkak izlemeli arkadaşlar.

Süveyda

 Geceler ve gündüzler birbirine girdi. Bu durum bazen iyi hissettiriyor bazen kötü. Mart'ın belki ilk haftasından beri hastayım. Korona değilim. Böbreğimde bir sancı var. Dün sabaha kadar onun varlığıyla uyudum. Şikayetçi değilim ama keşke sebebinin ne olduğunu bilsem. Onun dışında öksürüyorum. Bu süreçte kaşıntılar da hortladı yeniden ama beni rahatsız eden tek şey bazen sıklığını arttırıp midemi bulandıran, ya da şiddetinden boğazımdan parçalar kopup elime gelecekmiş gibi hissettiren öksürük. Bir ara azalıp tekrar artınca kendimden acaba ki diye korkmaya başladım. Sabah salonda oturan annemin yanına gidince içimden ona sarılmak geldi. Yanına doğru giderken ya hastaysam düşüncesi beni annemden uzaklaştırdı. Anneme zarar verebilme ihtimalimin varlığı. İnsanın kendini başkasına mikrop taşıyan biri haline getiriyor şu günler. Başkasının, en çok sevdiklerimin ölümüne sebep olursam düşüncesi beni şu süreçte zorlayan tek şey. Onun dışındaki çoğu şeyi zaten kendi iç dünyamda yaşadığım için, dünyaya benim dünyama hoş geldin diyebilirim. 
 Ben dokunsal bir insanım. Sevdiğim insanlarla yan yanayken onlara dokunmadan edemem. Ya sarılırım, ya elini tutarım, ya omzuna dokunurum. Yanak yanağa da verebilirim. Bunları yaparken de bir bilince sahip olduğumu düşünmüyorum. Kedi gibi de olabilirim bu açıdan bakınca ama hır hır diye ses çıkarmıyorum. Bunun yokluğuna nasıl alışırım bilmiyorum. İletişim dediğimiz şey sadece sözün anlattığı şey değildir. Bakış, göz deviriş, dudak ısırış, yüzdeki çizgilerin dalgalanışı, kaşların kalkması, dokunmak, tutmak, sarılmak. Bunlar da gündelik hayatta kullandığımız iletişim yöntemlerinden. Dokunmak yerini sözlere mi bırakacak? Belki ilerlerse sadece bakarak ya da birbirimize bir şeyler yazarak anlaşacağız. Umarım böyle bir şey olmaz ama bundan güzel kurmaca olur ki olmuş da. Beni yazmaya iten Fatma Barbarosoğlu'nun Perdenin Ötesine Bakmak isimli kitaptaki film inceleme yazısı. Film Perfect Sense. İzlemedim, birazdan açıp izleyeceğim. Muhtemelen de çok seveceğim. Yazı bize sorular sorarak başlıyor. Ağzınızın tadı nasıl? Isırdığınız ekmeği içtiğiniz suyu çok şükür diyerek tadına vara vara çiğnediniz mi? Denizin sesini, yağmurun sesini, çocuk sesini ya da köpeklerin seslerini işitiyor musunuz diye sormuş. Eskiden insanlar tecrübe ettiklerini anlatırmış, zamanımızda ise deneyimlemek istediğimiz şeyleri anlatıyor. Bu durum bana bir derviş hikayesini anlattı. Bir gün bir şeyh müritlerinden bilgisi, ilmi, fıkhı ve tedrisi fazla olan birini kürsüye çıkarıp sohbet etmesini istemiş. Mürit Fıkıh'tan, Hadis'ten ilimden bahsederken diğer dervişlerin kendisini dinlemediğini, uyuduğunu fark etmiş. Sonrasında o kürsüden inince Şeyh çıkıp sabah tavayı ocağa koyduğunu, içine tereyağı koyup erittiğini ve içine üç yumurta kırdığını anlatmış. Bütün dervişler pür dikkat şeyhi dinlemiş. Kürsüye çıkan derviş bu olayın hikmetini herkes dağılınca mürşide sormuş. Evladım bilim, ilim güzeldir değerlidir ama insanlara kendi yapmadığın şeyleri anlatırsan dinletemezsin kendini. Evvela kendinin dinlemesi lazım demiş. 
 Fatma Barbarosoğlu yazının devamında iletişim çağında insanların daha önce hiç olmadıkları kadar yalnız olduğunu söylemiş. Bunun sebebi belki de insanın hayallerinden bahsetmesidir, yaşadıklarından ve yaşıyor olduklarından değil. Çoğu kişi hayalim bu derken aağzından çıkan hayalin gerçekliğine inanmaz. Sanki bütün insanlar istedikleri dışında bir hayat yaşıyormuş gibi davranıyor. Bu davranış istenilen hayata yaklaştırır mı? Elimizde olmayan şeyler dışında yaşadığımız her şey kendi seçimlerimizin bir sonucu. Buna başkasının isteklerini dinleyerek hayatımıza yol çizmek de dahil. Evet bu da seçimimiz.
 Neyse hayat bitene kadar devam ediyor sevgili okur. Ben filmi merak ettim. Gidip filmi izleyeceğim. Umarım Rabbim sevdiklerimize doya doya sarıldığımız günlerimizi bize geri verir. Bu başlamadan önce Ulvişime sarılamıyordum hep nane limon gezdiğim için. Bu içimde kocaman bir ukteye dönüşürken şimdi kirli ve hastalıklı gibi kimseye sarılamıyorum. Daha beterleri gelmez inşallah başımıza.

1 Nisan 2020 Çarşamba

Razâmiz

Arkadaşlar okuyanlar arasında beni tanıyanlar varsa  ki aklıma ilk gelen isim Ulviş ne biçim editör bu hep hatalarla dolu metinler yayınlıyor diye düşünebilir. Zaten böyle düşünenler çok olmasın diye paylaştığım yazılarımı paylaşmıyorum. Bu beni rahatsız ediyor. Yazmak bir tutku ama oturup o yazdıklarını düzenlemek işin asıl kısmı orası aslında. Bir metin ne kadar çok üzerinde durulup düşünülürse o kadar güzelleşiyor. Bu yazıları burada paylaşma sebebim belki de okura olan ihtiyacımı bir nebze tatmin edebildiğim içindir. Muhtemelen artık kendimi okumak istediğimde ki inşallah yakında olur temennim bu yönde. Çünkü hayatımı bu yönde çizdim ve eğer yazamazsam kendime bir düş kırığı olarak yeterim. Farsça'da yeterlilik kipi var onun yüzünden sürekli -ebilmekli fiiller kullanıyorum. Türkçe'de kullanımı çok yaygın değil bu kipin.
 Bugün babama elmalı turta yaptım. Beş dilim falan yedi. Zaten sabaha tepside geriye kalanları da yer. Kapıdan kızçe sana kahve aldım diyerek girdi. Bizim evin kahve iç ve dış ilişkilerini düzenleme bakanı gibi bir şeyim. Kahve diyerek olayı küçültmek istemem. Bitki çayı, sahlep, filtre kahve, Türk kahvesi ve granül kahve eve girecek bu içeceklerin listesi benden çıkar. Neyse birbirimizi düşünerek babamla böyle sürprizlerin günlük hayatımızın normali olmasını çok seviyorum. Şükür Rabbime.
Bir yandan donuk bir yanım. Uyuşuyorum. Elime telefonu alıp mesajları okumaya üşeniyorum, gruplarda konuşulanları okumak istemiyorum falan. 40altı'daki sohbeti bile. İran'da bile gece 3te odaya girip internete kavuşunca açıp grupta dönen mesajları okurdum. Neyse donuklaştığım nokta bu. Galiba bir günde konuştuğum kelime sayısı ve konuşma sürem de azaldı. Nur ile haftada üç gün çeviri yapıyoruz telefonla. O süreçte konuşuyorum. Ya da 40altı ile görüntülü görüşüyoruz. Canım dostlarım. Güzel o zamanlar ama ıssızlığa ve sessizliğe gömülmeye bayılıyorum. Bu sürece iyileşip kendimi toplama süreci de diyebilirim. Dışarı çıkmak zorunda kalırsam bone bile takmıyorum. Pespaye takılmayı epey sevdim. Kendimi anlatabileceğim, yani en azından anlatırken kelimelerin ve anlamların böyle elimde olmasını seviyorum. Hâlâ bir kurmaca yazamadım. Aslında yavaş yavaş içimde kurgular kıpırdamaya başladı. Umarım erken kalkıp yaşadığım gün sürecini uzatarak hayatımı daha da verimli yaşayabilirim.
Annem, yuva. Ev annem demek. Hayatta onun şefkatine ve merhametine gerilen yelkenlerle yol alıyoruz. Rüzgardan ve fırtınadan en çok etkilenen o ama bütün o fırtınalara dimdik göğüs gererek bu yuvanın ayakta durmasını sağlıyor.
Hayatımızda olması gerekirken, olmayan insanların bıraktıkları boşlukların bazı zamanlar genişliyor. O yokluk, o keder ve boşluk büyüyerek içimizi hüzünle dolduruyor. Hüzün, olan bütün duyguların üzerine kara bulut gibi çökerek orada olduklarını unutturuyor. İnsan mutluyken bir yandan hüzünlenebilir ama hüzünlüyken mutluluk hiç olmaz değil tabi ama çok güçlü bir duyguyla mesela aşkla yan yanayken diğer duyguların da varlığına müsaade eder. Onun dışında atını istediği gibi dört nala koşar.

31 Mart 2020 Salı

En Uzak Sahil

 İçimin çıkmazları arasında kayboluyorum. Kayboldukça bir şeylerin çözüldüğünü zannedip seviniyorum diyorum ki tamam bu böyle. Sonra oturup onu yazmaya başlamadan daha bu böyle mi gerçekten diye sorup başka cevaplar verip nasıl bir kayboluşun içinde olduğumu anlıyorum. 2019 için Atuan Mezarları derken erkenci mi davrandım bilmiyorum. Aslında düşününce tam zamanında demişim gibi de hissettim. Şimdi Öteki dünya ile aramızda bir gedik açıldı ve içine çekiyor hepimizi. Çok doğruymuş benzetmem. Özür dilerim kendim gerçekten güzel bir tespit yapmışsın. Sarıl hadi kendine. Tekrar mı okusam seriyi. Çok özlüyorum o seriyi okumayı. Bence acil bir Ursula bir Marquez yapıp kendime gelmeliyim. Gerçi şimdi Calvino okuyorum kurgusu iyi ama ne bileyim ya bir Ursula değil :/
 Bundan bir süre önce belki iki ay önce en sevdiğim defterimi günlük yaptım ve dedim ki güzel şeyler yaşayıp yazarım inşallah buna. Çirkin günler yaşamıyorum ama güzel de değil tuhaf. Çiçeklerime kavuştum, sevdiğim kitapları okuyorum Farsça kitaplarımı okuyorum. Hatta anne yemeklerine kavuştum ve eve her akşam babam geliyor. Ailem çok şükür sağlıklıyız. Biraz hüzünlü ama sağlıklı. Yine de içim sıkılıyor. Bu sıkıntı evde olmak zorunda olduğum için de değil. Sevdiklerime ya bir şey olursa korkusu ya da bana bir şey olursa korkusu. Liseye giden bir kız Korona'dan yoğun bakımdaymış ve doktorlar ümidini kesmiş. Sekiz aylık hamile kadın doğuma gün sayarken fenalaşıp hastaneye kaldırılıyor ve ölüyor. Bebeği anne karnından alıp kuvöze koyuyorlar baba da hastanede tedavi altında. Dünyanın acıdan beli kamburdu ama kırıldı kırılacak sanki. Veba'yı yeni okudum ve sanki kurgu Veba'dan sızıp gerçek dünyayı sardı. Sadece bir şehri de değil üstelik. Ayrım yapmadan tüm dünyayı. Oradaki olaylar sanki etrafımı sardı. Başlangıçta lakayt, ciddiye alınmaz tavırlar, sonrasında ölümlerin önüne geçilememesi, doktorların yaşadıkları, o şehirde mahsur kalan kişinin hikayesi. Camus yakışıklı sen naptın abi, nasıl bir gerçeklik kurdun ki ben şu an yaşanılan olaylara şaşıramıyorum. Canım Camus. 
 Çok canım sıkkın velhasıl. Hayatta olumlu şeylerin olmamasına alışkınım da bu kadar kötü senaryo hazırlıksız yakaladı beni. Ne bileyim çok korkunca da anlamsız geliyor her şey be. Zaten daha yeni atlattım ölebilirim ihtimalini. Atlatamadım belki de ama tekrar ölebilirim. Ölümü unutunca acaba ölümün kendini hatırlatma gibi bir alışkanlığı mı var! Kabuslarım da değişti artık. Aykut abinin sayesinde kaplanları da görüyorum. Kapının önünde kaplanlar var. Başta tırsıyorum onları görünce ama onlar bana alaycı bir bakış fırlatıp sokakta voltalarına devam ediyorlar. Birini görünce delirir gibi oluyorlar sebebini anlamıyorum. Sonra o insan kılığına girmiş bir hortlakmış. Ya da yürüyen ölü. Belki cüzamlı biri. Maskesi düşüyor ve gerçek yüzlerini görüyorum. Korkmuyorum. Oysa Walking Dead izlerken altı sezon boyunca o şeyleri her görüşümde yerimden sıçrıyordum. Sonra balıklar var. İnsanların ciltlerinde çıkan bir hastalığı yiyorlar ve o hastalığa şifa oluyorlar. Şey gibi hayat öpücüğü gibi ama o öpücüğü sadece balıklar veriyor. Akvaryumlarından dışarı atlıyorlar. Hortumla su koyuyor birileri ya da. Akvaryumun içindeki su taştıkça balıklar da akvaryumun dışına dökülüyorlar. Suyu kapatacağım ama ya dışarı çıkan balıklar ölür korkusu ile kapatamıyorum. Onları akvaryumun içine geri koyuyorum. İrili ufaklı siyah balıklar... Onur'a göre dünya daha iyiye gitmeyecek. Evet daha iyiye gitmeyecek. Daha önce parça parça gördüğüm rüyalar çıkıyor. Çok saçma anlar ama çıkıyor. Hangi rüyamın çıkacağını ayırt edemiyorum ama çıkınca aaa ben bunu görmüştüm diyorum. O rüyada hangi his varsa onu hissediyorum o an. Derler ki rüyalar aslında iki boyutludur ama benim rüyalarım altıncı boyutta herhalde. Yine de rüya uyku pisliği.. Bir ara çok huzurlu rüyalar da gördüm. Onları bekliyorum. Ben yine de bu senenin ikinci yarısından umutluyum. Şom ağzımı açtım iyi hissetmiyorum bu sene için diye diye geldiğimiz şu hallere bak. Vallahi bu kadar kötü şeyler beklemiyordum bunları söylerken. Hayal gücümü zorlayan gerçeklik! Hayırlısı. Neyse eğer acılar böyleyse hayal gücümü zorlayan güzel ve hoş gerçekler nasıl güzeldir. Umutluyum ben umutlu. Eylül'de güzel şeyler başlayacak. Amin. Rüyama bir kişi daha gelseydi ben balıkları kurtarırken o da suyu kapatırdı. Acaba istenince ortak rüya görülür mü? Bu arada Farsça yazmayı deneyeceğim şu sıralar içimde böyle bir istek peyda oldu. İranlılar anlar beni ama yine de herkes her şeyi anlamasın Allah Allah!

29 Mart 2020 Pazar

Kum ile Alakası Yok

İnsanlar yalan söyler çünkü insan yalan söyleyebilir. Yalan söylememek insanların tercihidir. En sık söylenilen yalan top 10 listesi yapılsa yalan söylemiyorum lafı bir numarayı alır. Neyse mevzumuz bu değil. Yazmaya dair kendimi engelleyemediğim bir istekle geçtim bilgisayarın başına. Takip edenler bilir uzun zamandır yazamıyordum. Donmuş gibi hissediyordum kendimi. Geçmişten beni şoka uğratacak rahatsız edici haberler aldım. Bütün çocukluğum bu acı olayın gölgesinde tir tir titreyerek geçmiş meğer. Sadece bu zamana kadar sebebini bilmemişim. Omuzlarımda daha sebebini bilmediğim neleri taşıyorum, neleri öğrenip neleri öğrenmeden öleceğim! Çok garip ve ironik. İnsanlar kendi hayatlarına, acılarına, kendi duygularına, fikirlerine o kadar odaklanmış ki bağırsan bile seni duymuyor.
Nur bana hayır anlamıyorsun. Ben seni anlıyorum hem de çok iyi anlıyorum ama sen beni anlamıyorsun diye az isyan etmedi bana. Haklıydı muhtemelen. Belki de onun anlattığı kelimelerin bende bulduğu anlam onun anlatmak istediğiyle uyuşmuyordu. Çocukluğum boyunca düşündükçe tüylerimi diken diken yapan kabuslar gördüm. Bir akşam saklambaç oynarken her gün gittiğimiz marketin yolunda bir yere saklandım. Beş dakika geçtikten sonra oyun mahalline döndüğümde oynayan kimse kalmamıştı. Beş dakika beklememişim. O bekleyiş esnasında korku hissetmesem de sonrasında her gün rüyamda orada saklandığım yerden birileri beni kaçırıyordu. Kaçırmaları sorun değildi aslında. Ağzımı örtmedikleri halde bağırmayı deniyor ve bağıramıyordum. Bağırmayı her deneyişimde sanki ses tellerim kaybolmuş gibi çok ince, belli belirsiz bir ses çıkıyordu ağzımdan. Ben zor duyuyorken kimse duyamazdı, kimse duymuyordu. Etrafta kimse yoktu ama olsa da fark etmezdi. Hiç kimse dönüp bakmıyordu. Yine de rüyayı kabusa çeviren şey bağırsam da sesimin duyulmamasıydı. Büyüdüm yirmi sekiz yaşındayım. (Artık Aykut abi yaşını büyütme diyemeyecek :)) Günden güne bu duygunun hayatıma nasıl dolduğunu inanın bilmiyorum. İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır. İnsanlar hangi dünyaya kulak kesildi bilmiyorum ama çocukluk kabusum çöküyor üstüme. Bağırıyorum, bağırmaya çalışıyorum. Anlatmaya çalışıyorum, hoş anlaşılsam ne değişir bilmiyorum. Belki de anlatamıyorumdur. Belki böyle bir ihtimal de vardır ama yine de dinleyen bir kulak olduğuna inanmıyorum. Çok sessiz olduğumdan şikayet eden insanlar  derdimi anlatınca kaçıyorlar. Arkadaşım güvenmiyordum işte size. Güvenmiyordum işte, neden güven kazanıp bu güveni yıkıyorsunuz! Bazı arkadaşlar vardır sadece iyi günlerinde yanındadır. Bazıları sadece kötü gününde. Dost var mı? Bu soruya yine de şımarıkça cevap veremem. Dosta yakın insanlar da var hayatımda. Nur da var. Sanırım söylediği her sözle beynime çivi çaksa da hatta benim bilinçsizce tekrarladığım hatalarımı birer tokat gibi yüzüme yüzüme çarpsa da. Sanırım pek çok şeyimi ona rahatlıkla anlatabiliyorum. Genelde beni dişlese de yine de en karanlık yönlerimi bile anlatıyorum. Bu yüzden kendimi çok suçlu hissediyorum. Neden anlamıyorum onu? Kabuslarımda ki gibi çığlıklar atıyor yanı başımda belki ama farkında değilim. Gerçi onun hallerini yaşayarak tecrübe ediyorum. Mesela geçen sene beynine ulaşamadığını söylerdi. Ben de bu sene epey bir süre beynime ulaşamadım. Sesler onu deli ediyordu bazen. O delirmenin ve bayılmak üzere olmanın nasıl bir duygu olduğunu İran'da Parham'ın karşısında yaşadım. Gerçi biraz da açlıktan olmuştu. Rengim attı, terlemeye başladım. Ayakta dururken bir anda yalpaladım. Sanırım Kübra koluma girmese yere yapışırdım. O gün Aysun abla ve Kübra koluma girdi ve güzel bir pizzacı da  karnımızı doyurduk. İran'ın en güzel şeylerini sırala deseler pizza ve cips başı çekerdi. Hoş sinemasını da sevmiştim. Sinema salonları buranın aksine uygun fiyatlı ve içeride istediğin her şeyi yiyebiliyorsun. Buna çekirdek de dahil. Sinemada sese pek alışık olmayan bizler için biraz zor olsa da sonradan keyif almaya başlıyorsunuz. Babam Toros emminin köyde açık hava sineması açtığını anlatmıştı. Sandalyeleri dizip Toros emmiye yardım edermiş sonrasında da bedava film izlermiş. O filmlerde bisküvi arası lokum, çekirdek vesaire şeyler yenirmiş. Acaba sinemaya sarma falan getiren olmuş muydu?! Kesin olmuştur. Tencerelerde sarmalar, leğende meyveler, yufka ekmeklerin olması çok mümkün. 
Sanırım beni yazmaya iten ilk sebep anlaşılmamak. Yıllarca ilkokuldan beri kendimi defterlerle baş başa bulma sebebim de bu. Bunu fark etmem iyi bir şey mi bilmiyorum. Sonrasında getirileri ya da götürüleri neler bilmiyorum ama daha bilinçli yazmaya başlayacağım diye bir umut var içimde. Bu süreçte bir öykü yazar mıyım acaba? Kendimi arayıp kendimi bulmak gibi bir derdim yok ama galiba kendime geliyorum. Hoş bildiğim bir hale döneceğimi zannetmiyorum ama benzerlikler var.
İstanbul! Seviyor muyum seni bilmiyorum ama şuna eminim ki eğer sevdiğim insanlar senin içinde yaşamasa yönümü bile dönmem sana. Ne kadar güzel olursan ol içinden de dışından da beton dökülmüş ve insan basmış bir haldesin. Karıncalara benziyor insanlar sende.  Üstelik uzaktan bakınca bile sadece bir kısmı görülüyor. 
Galiba bilgisayarla yazmak da ayrı güzel. İnsanın yazdıkça yazası geliyor. Çok uykum var. Gerçi uyandığım andan itibaren çok uykum oluyor. Alerji ilacının yan etkisi. Şu korona günleri bir miktar canımı sıkmaya başladı. Türkiye'nin en fazla vaka görülen bir yerinde yaşıyorum ve geçmişte yaşadığım bazı rahatsızlıklardan dolayı ürküyorum da. Yemek sepeti çalışıyor mu acaba? Bekar yaşayan insanlar en çok oradan yemek siparişi veriyor. Aç kalmazlar inşallah. Dilerim hepiniz iyisinizdir. Ramazan da yaklaşıyor. Allah Ramazan ayının bereketine bütün dünyayı bu zor durumdan kurtarır. Durumun vahametini mi kavrayamadım bilmiyorum ama neden bu kadar içim rahat! Kendime kitap sipariş etmiştim doğum günü hediyesi olarak. Kargolarda da aksama olacakmış. Dilerim çabucak gelir. 

28 Mart 2020 Cumartesi

wuc yu liyk vu yu tu

 Sinirden ellerim titredi. Uzun zamandır bütün bedenimi kaplayan uyuşukluktan sonra hissedebildiğim ilk şeylerden biri bu. Çok sinirliyim ama çok da mutluyum. Kanımın akışını hissettim. Canım kanım. Hissedebilmek ne güzel nimet. Sanki uzun metrajlı bir sözüm ona sanatlı sinema filminin sahneleri gibi geçiyordu günler. Aşk ve Gurur'da bir sahneye benzetmem gerekirse Elizabeth'in salıncakta sallanışına benziyor. o salıncakta dönerken günler aynı sıkıcılığıyla geçiyor. İnsanın fıtratı değişmiyor. Bütün hikayeler bir hikayeyi anlatmak için yazılıyor derler ya o misal. Bütün hayatlar da bir hikayeyi anlatıyor.
Uzun zamandan sonra ilk defa doğum günümde ailemin yanındayım. Sinirimi bir kenara bırakırsak hayat hiç fena değil. Bütün genellemelerden nefret ediyorum yine elim titredi. Bütün kadınlar gibi. Sanırım şu dünyada birbirine pek benzemeyen varlıklara kadın birbirinin aynısı olan varlıklara da erkek denmiş. Çocukken lanet gibi bir şeydi. Mahallenin neredeyse tek kızı gibi bir şeydim. Bir de Onur salağının horozu vardı herkesi gagalamaya çalışan. Çocukken nefret ettiğim her er kişiyi büyüdükten sonra da görmeye dayanamıyorum. Abimin dükkanı bizim eski mahallede. o boğuk kaba sesiyle naber Esma demesine yüz buruşturduğum halde konuşmaya devam etmesi saçmalığı da cabası. Canımcım Zekicimden Elbet Bir Gün Kavuşacağız şarkısı çalıyor. Şuan sanki içime Türkan Şoray'ın canlandırdığı bir karakter girdi. Kafamda kırmızı berem eksik. Gerçi üzerimde kapşonlu kırmızı bir triko var o sayılmaz mı? Zekicim senin sorunlu y kromozomundan dolayı mı seviyorum seni canım? Belki y kromozomunun sorunlu olması aslında güzel bir şeydir. O kadar yorgunum ki ama yorgunum demek karşımdakine haksızlık etmekmiş gibi geliyor ama o kadar yorgunken sana açıklama yapıyorum ki o kadar yorgunum ki aslında gördüğüm gerçekleri savunmaktan vazgeçiyorum. Galiba insanın içini görmek benim hem lanetim hem silahım ve bir gün o silahla vurulacağım.
az önce annem geldi yanıma. Ne diyeceğini biliyorum gözleri dolu dolu. Dolu gözlere bakınca benim de gözlerim yaşarıyor. Gözlerim yaşarıyor diyince aklıma Aykut abi geliyor. Canımcığım. Neyse gülmeye başladım, annem de gülmeye başladı. Sonra sarılıp öptü. Canım evim. Canım ailem. Canım kitaplarım. Bugün bir öykü çevirdik aşırı güzeldi. Allahım ne olur bir sene gidip İran'da kalmayı nasip et. Kendime bugün ne zaman yenik sayılacağımı sordum. Diyorum ya çok yorgunum, kolumu kıpırdatmaya takatim yok sanki ve zaman geç de nasıl geçersen geçti. Çabalamayı bıraktığım zaman yenik sayılırım. Hayatımdaki zibilyon acıya yarınlardan zibilyon tane yeni acı katılacak. Nefret edip sevmezsem kalbim yorulur diye nefret etmemeye çalıştığım insanlar var. Böyle de yoruluyormuş. Allahım ne zaman yazacağım?!

26 Mart 2020 Perşembe

İnsanın kalbi nerede kaldıysa aklı da dört nala oraya koşuyor. Biliyormuş gibi değil yaşıyormuş gibi söylüyorum. Her yeni gün acaba bir şey olacak mı diye eline kalbine koyup dua etmek ve yel essin kokusu gelsin demek. Bazen yetmiyorsa da yeter işte. Ne hakkın var ki? Var mı hakkın!
Bütun kırıklıklarım ve bütün umutlarım benden içeri. Hayat kendi yordamıyla yokluyor. Susuyorum, önemi var mı! Konuşmamın bir önemi var mı! Hayat ne ki geçip gideceğiz işte. Seni elleriyle taşlayanlar sonrasında anla işte diyorlar. Neyi anlamalıyım, taşlanıp yaralandığım için aynı taşı atmamam gerektiğini mi? Artik anlamaktan da uzaklaşıyorum. Nasıl bir limandı, bilmiyorum. İnsan ah! Ah insan! Ah ah!

22 Mart 2020 Pazar

Tavan Boyası Döküntüsü

 Yazdıklarımın çoğunu taslak olarak kaydediyordum. Birini yanlışlıkla yayınlamışım. Hoş korkum yok ama kalbimin o kadar açılması hoşuma gitmiyor. Yengem kapandı. Şu sıralar her bir araya gelişimizde ağlıyoruz. Bugün hangi halimize daha çok ağladık hatırlamıyorum. Abimin kaybettikleri bebeğe yazdığı mektubu okudum. Allah'ım sana inanıyoruz seni seviyoruz ama galiba nefsimizin zayıflıklarını aşacak güce sahip değiliz. Nefsimin zayıflıklarıyla baş edemiyorsam beni onlarla yüz yüze getirme. Hayatımda başarılı bir savaşçı gibi olduğum bir anım bile olmadı. Bir kedi gibi sana sığınmaktan başka çare bilmiyorum.
 Her şey o kadar bilinmez ki! Ben biraz bilinmeyenden korkarken bilinmezlik denizinde kayboldum. Züleyha'nın o ortalığı kasıp kavuran kıtlıktan bihaber kendi derdiyle yanıp tutuştuğu günler bu günlere mi tekabül eder? Aşktan yanmıyorum tek fark bu. Çok yorgunum. Omuzlarım yorgun, başım, kalbim her yanım kırık dökük ama öyle bir zamandayız ki herkes kırık, dökük. Mutlu göründüğümüzü sanıyoruz öyle bile değil oysa. Mutlu bile görünmüyoruz. Sevgili yalnızlığım seninle gecenin laciverdinde kucaklaşalım mı!

11 Mart 2020 Çarşamba

جز تو

 Şu sıralar güzel olacağına dair umutlarım var. Yerimi sorguluyorum. Her şeyi yapabilecek kadar kararıyor mu gözlerim? Şimdilik hayır. Belki de bencilim. Bunu düşünmediğim bir an bile yok. Bu yüzden kendi kendime bencil olmayabilirim. Bencil olan haklı olduğunu düşünür, kendime hak vermiyorum. Biri beni suçladığı zaman hem suçlu hem de suçlayanla beraber suçlayan olup kıyıyorum kendime. Haklısın diyorum. Bunu omzumda taşımanın ağırlığını tarif edemem.
 Bütün sevdiklerimden uzakta gibiyim. Bütün sevdiklerimden uzaktayım. Konuşmak içimden gelmiyor, gülmek, dertlenmek. Bahar geldi. Yine de coşup akmak isteyen sularım var. Durulmayan, kabaran, içimi yıkan, dışımı yıkan. Karasular.. Karanlığa Döne'nin adını fısıldıyorum. O eski taş binanın üst penceresinde çene altında çıkan sakallarına rağmen başına çiçekten takılmış taçla mutlu bir büst gibi duruyor. Döne mutlu muydun? Gülerken gerçekten mi gülüyordun? Hiç ağladığını görmedim ama yine de bazen gizli gizli ağlıyormuşsun gibi gelirdi. O tarlanın ortasında yarı yıkık harap binanın içinde, değirmende, terk edilmiş bir evde. Döne sevdiğini hatırlıyor musun? Akıllı oğlandı diyor annem. Döne de köyün en güzeli. Kaderin mi nazarı değdi size? Ya da bir iyi bir güzel sadece cennette mi bir araya gelebilirdi? Aşk gerçek miydi Döne? Ben seninle Mecnun'un varlığına inandım da Leyla var mıydı hiç bilemedim. 
 Çetin köpeği köyde yüzüne bakmayan tek kızım diye bıyıkların var erkek gibisin demişti. O dedikten sonra aynada gözüme batsa da bıyıklarım gururuma yediremedim bakmakla yetindim sadece. Eve döndüğümde elime ilk defa almıştım ipi. Gözümden yaş gele gele... Değişen bir şey olmadı ama rahatladım. Bu yaşıma erdim ve fark ettim ki dünyada neyi istersem isteyeyim onun kırmızı sınırlarını ihmal etmedim. Bak Döne bazen oldu kalbim acıdan bin parça oldu. Gözümden akan burnumdan akana karıştı da yine de ah edip inletmedim göğü. Ne ona ne buna kızmadım. Benim sorunum varsa seninleydi bildim. Köpeklerin sahibine seslendim. Sesimi duyup yanıt versen de bir duyup köpekleri bağlamasan da bir. Yana yakıla sarılacağım, seni sana şikayet edeceğim yine sensin. 
 Ya içimdeki seslerin tümü seninle konuşmaktan vazgeçseydi? Demesi bile kötü. Senin adını duymak için İbrahim bütün sürülerini vermiş. Ya içimi ve seni alsalar benden? Sanırım delirmediysem en çok bu yüzden delirmedim. Oh ne iyi ettim.(Döne çok özür dilerim burada çok salya sümük anlatmışım seni oysa çok eğlendiğimiz zamanlarımız var. Söz olsun en güzel anılarımızı süsleyip güzel bir öyküde tekrar yazacağım seni)

10 Mart 2020 Salı

Kırıntı

 Dün Dolunay vardı ve ben sanırım en güzel Dolunay manzaramı dün gördüm. Bir de dedemin karşısında divanda yatarken gece bir ara gözlerimi açtığımda aralık perdeden gördüğüm Dolunay.. O zaman çok korkmuştum. Ay o kadar yakındı ki elimi uzatsam dokunacak gibiydim. Ben doğmadan önce annem rüyasında Ay'ın karnına girdiğini görmüş. Belki de çocukluğumda masal gibi anlatılan bu rüyanın etkisindendir korkum.
 Sanırım Ulviye idi ya da kırkaltıdan biri rüyasında gördü. Deniz kenarında güzel bir evin bahçesinde çamaşır asıyormuşum. Ya da herhangi birşey ile karıştırıyor olabilirim. Geleceğe dair yapmak istediğim şeyi biliyorum aslında. Hayatımda hiç bilgimle övünmedim. Güzel olduğumu düşünmedim. Yetenekli olduğumu da. Ama bir bahçem olsun istiyorum ve müstakil bir evde yaşamak istiyorum. Denizin şarkısının pencereden dolmasını istiyorum. Kendime yetebileceğim bir hayat. Ya da babamla hayalini kurduğumuz bisiklet gezisine çıkarız. Kırk yaşıma geldiğimde Nur ile hayalini kurduğumuz yola düşmek. Gerisini bilmiyorum. Yollara karnı doysun diye kuşların ekmek kırıntısı dökerim. Keşke veterinerlik okusaydım. Karşıma bir kuş daha çıkarsa yuvasından düşmüş ona yardım ederdim. Yayladaki kırlangıç yavrusu yaşıyor mu? Hayat örgü gibi. Örgünün ilmeklerinin birbirine katılması gibi. Bir şekilde bir şeyler düzelir inancını hep taşımasam dayanamazdım heralde. Bizim köyde delirenler çok ama ya bir gün delirirsem kaygısı da taşımıyor değilim.
 Bugün bir an bütün bu yorgunluklardan ve kaygılardan üzerimi toprağın örttüğünde kurtulacağımı fark ettim. O serin toprak ile sükun bulacağımı... Hiç geçmezse ölünce geçer düşüncesi bütün ruhumu ısıttı. Ve bir gün bu hayattan yorulup gitmeyi kendimizin de isteyeceğini fark ettim. Gitmek için de azık gerek. Yolda serçeler için kırıntı gerek. 

7 Mart 2020 Cumartesi

Terennüm

 Dişimin kenarında bir yara vardı. Dişçiye gittiğimde yarık olarak iyileşmiş bu böyle kalır dedi. Hayatta zamanla geçer dedikleri şey de böyle olsa gerek. Acıtmıyor ama koca bir boşluk var. Bu boşluklarda hissediyorum seslerin yankılanışını ve serinliği. O serinlikten başka da hissettiğim bir şey yok. Sanırım kendimi savunma yöntemi olarak duygularımı kapatıyorum.
 Bugün bir rüya gördüm. Hüsna ile bir yolculuğa çıkmışız deniz kenarında. Otobüste birbirimizle konuşurken o en sevdiğim mavilikteki hafif hafif dalgaların arasında üçer beşer tane yunus zıplıyor. Bir süre sonra denizin üzerinde zıplayan o kadar fazla yunus vardı ki Hüsna'ya bak diyorum bak ne kadar güzeller. Tam o esnada bir geminin yakınında bir şey zıplamaya başlıyor. İsminde çubuk olduğunu bildiğim bir türden. O koskoca bedeni denizden yukarı doğru tırmandıkça nasıl mutlu olduğumu anlatamam. Sonrasında uykumdan uyanmaya başladığım için, ya bu salak balina karaya vurursa diyorum. Ve gerçekten sanki hiç mesafe yokmuş gibi yola vuruyor. Trafikte araçlar var. Son durak filminin bir sahnesi gibi diyorum ve balina için çok endişeleniyorum. Çünkü onu suya geri koyma gibi bir istek kimsede uyanmaz. Burası Türkiye diye içimden geçerirken rüyam uzak seslere dönüşüyor ve uyanıyorum. Bunu yazarken aklıma geldi de bir rüyamda da şehrin sokaklarında balina kovalamıştı beni. Aynı manyak balina olabilir mi? O ise bu sefer korkmadım hatta çok sevindim onu görünce. Galiba denizin kenarında yaşarken içimin denizlerini de büyütmüşüm. O denizler de çok güzel. Allah'ım deniz görmeden nasıl yaşarım...
 Uzun zamandan sonra Yavuz Selim Camisine gittim. Sanki eski samimi bir dostu görmüşüm gibi hissettim. O kadar özlemişim ki. Elimde olsa sarılırdım camiye. Sık sık sanatına tüküreyim hayat sanattan daha büyüktür diyorum. Artık çok fazla durulmak ve sakinleşmek istiyorum. Eğer bu durgunluk kırk yaşımda gelecekse kırka bir kırk daha eklemek isterim. Bu kadar fırtına içinde yaşadıktan sonra o kırk yılda firtınaları tekrar tekrar düşünmek istiyorum.
 Hayatta imtihanları daha zor olanlar varmış. Halam öyle dedi. Bunun için bana agır gelen bu imtihana şükretmeli miyim? Abimin kafasını duvarda top gibi sektirmek istiyorum. Yıllar önce bir kadınla bir adam karşısındaki insanı tanımadan onun hakkındaki sorulara cevap verdiği bir video izlemiştim. Soru kısaca şuydu. Aşık olduğunuz biriyle on yıllık bir birliktelikten sonra yeniden birisine aşık oluyorsunuz. Aşkı mı tercih ederdiniz yoksa birlikteliğinize devam mı edersiniz. Kadın adamın aşkı tercih edeceğini söylese de adam aşkı değil birlikte olduğu insanla birlikte olmaya devam edeceğini söyledi. Aşk geçici bir duygu, on yılda karşılıklı güven kurmak ve huzur bulmak aşka tercih edilebilecek bir şey değil. Bu cevabını o kadar çok sevdim ki adamın. Pek çoğumuz hep bir heyecan peşinde. Hep coşkun duygularla yaşayacaklarını, yaşayabileceklerini sanıyorlar.
 Angelaya göre aşk kavuşabilme çabasıdır ve insanlar iki türdür. Akla ve mantığa yani düzene sıkı sıkı bağlılar bir de aşık meşrebliler. Doğrucu ve yanlışcılardan dayak yiyenin sığındığı dergâhlar gibi aşık meşrebliler. Ve kainatı anlama şekilleri bile bu insanların birbirinden farklı. Bence insanlar ikiye ayrılmıyor insan kendi içinde çok ayrılıyor. Başkalarının yanlışlarında parmak sallayıp cellat kesilirken, kendi hatalarını gece gibi örtüyorlar ve olaki bu hataları açığa çıktığında merhamet istiyorlar. İstiyorlar ki insanlar ona aşık meşrebli muamelede bulunsun. Ve ona gel ne olursan gel desin. Başkasında ilk taşı atan sendin oysa. Ne ara birbirimize bu kadar merhametsiz olduk? Ne ara bu kadar hodperest olduk!
 Kabe'yi özledim. Orada namaz kılmayı, tavaf etmeyi ve merdivenlerine oturup onu seyretmeyi özledim. Keşke gidebilsem.
 Kızsam da etsem de bu hayatın dışına çıkmak ya da başkası olmak istemem. Allaha kızmak ben senin kulunum bana niye bunları yaşatıyorsun dayanamıyorum demek isyan mı? Sanki daha çok acemilik. Denize yukarıdan bakarken dalgaların dalga olduğunu görürsün ama denizin içindeysen o dalgaları sadece seni boğan su kütlesi olarak görürsün. Yine de fırtınanın sahibine sığınıyorum. Kalbimle, aklımla, dişimle, tırnağımla, canımla sığınıyorum. Başıma gelen bu şeyler senden. Bunlardan kurtuluş da senden. Sadece dayanamadığım zamanlarda sana dayanamıyorum diyorsam isyan ettiğimden değil yardımını istediğimden. Senden başka bana karşılık verecek kol kanat gerecek kimim var ki... Şükür.

4 Mart 2020 Çarşamba

Su, Bir Taş

 Anlamlandıramadığım şeylerin sayısının artması can sıkıcı. Sevgiye saygım sonsuz ama sevginin yüzsüzleştirdiklerine tahammülüm kalmadı. Kalbim sıkılıyor. Bu hayatıma yeni giren bir durum. Aklım ki varlığıyla pek bir övünürdüm sanki kapılarını kapattı. Organlarımın mesela kalbimin ve aklımın böyle isyan etmeleri kafalarına göre takılmalarını anlamlandıramıyorum. Bazılarındaki sorunları anlarım ama iletişim kopukluğu nedir allasen ya!
 Bunun dışında yine önümü göremiyorum. Ne yapacağım ne yapmalıyım sorusuna cevaplar veremiyorum. Tıkandım. Yine İstanbul'dan sıkıldım. Biliyorum çok güzelsin falan ama kalabalıklığı ve yoğunluğu boğucu. Sanki nereye sürüklendiğimi bilmiyorum. Ağaçlar yeniden tomurcuk vermeye başladı. Gözümü ceviz ağacına diktim. O da yeşerince baharın gelişi tamamlanacak. Erik zamanı diye herhangi bir şey niye isimlendirilmemiş acaba?
 Sevmek zamanı çalıyor şuan. Modum değişti. İnsanların mutsuz olmasını istemiyorum ama bazı mutluluklar beni mutsuz ediyor. Yine de seçim yap deseler kendi mutluluğumu seçemem. Yel essin kokusu gelsin derler bizim oralarda sevdiklerinden uzak olanlar. Kokular da değişiyor. Bazı değişimler de hasretten daha yaralayıcı. Parça parça siyah bir bulut geçiyor. Hayatımdaki sorunların da bu bulut gibi parçalanıp gidişini görmek istiyorum. Artık sorunum var demek hoşuma da gitmiyor. Ne zaman yoktu ki? Neden alışmadım ki. Ama yine de hayatında baş ağrısı çekmemiş dişi bile sızlamamış insanlar varken haksızlık gibi geliyor... Savaşmak anlamsız. Bir sonuca mı varılıyor? Bunları yazarak kimseye de hüzün vermek istemem. Güzel şeyler de var sonuçta. Yaramaz çocuk gibi hep omuz silkiyormuş mesajı da vermem. Sol kaşımın kenarındaki çizgi gittikçe daha derinleşiyor. Onu her görüşümde yüzüm gülüyor. Yaş almak, yaşımın ilerlemesi herkesin aksine hoşuma gidiyor. Sanırım yaşadığım kederlerden daha fazla mutluluğum var ve mutlu olmak için de öyle büyük sebeplere de ihtiyacım yok. Tepemde aydınlık günümde parıldayan Ay'ı görmek gülümsetiyor. Karşımda Istanbul'da ilk kurulan sarayın kalıntıları üzerinde yer alan Zeyrek Camisi'nin kiremit rengi ve orada demli çayın oraya gelenlere bedavaya verilmesi güzel şeyler bunlar. Hayatımda beni anlayan, anlamasa da destekleyen insanlar, annem, babam. Allah ömürlerini bereketlendirsin. Gönüllerini de şenlendirsin. 5 Mart'ta Miray'ım dünyaya gelecek. Ailemizin en küçük üyesi. Dünyanın şu çılgın hali durulur mu? Lütfen durulsun artık.
 Korkutucu olsa da okulun bitmesine seviniyorum. Önümü göremesem bile bir dönem bitip yenisi başlayacak. Sadece şu süreçte kendimi çok hırpalamam lazım. Olur böyle şeyler Esma. Olur böyle sıkıntılar. Bazen bazı şeyler göründüğü gibi de değildir. Şer bildiklerinde hayır hayır bildiklerinde şer vardır Esma. Her şey Allah'ın elindedir. Zorluklar gelip geçici ve onlardan alman gerekeni almaya bak. Çabalama geçsin diye. Sevginin tercih işi olduğunu biliyorsun. Bazı insanları bazı tercihleri yapacak kadar sevmedilerse bunda ne senin ne başkasının suçu var. Üzülme Esma. Aşk aşktır, başlar ve biter. Anlamasan da olur. Bırak bitecekse bitsin. Bırak bittiyse bitsin.

26 Şubat 2020 Çarşamba

 Anadan geçilir Hasan yardan geçilmez diyor türküde. Hasan köylüye işkence eden eşkıyaları öldürünce hapse girer ve çıktığında sevdiğinin evlendiğini duyunca köylülere işkence eden eşkıyaların başına bela olur. Bir nevi Robin. Allah kimseye sevdiğine kavuşmanın imkansızlaşmasını göstermesin. Ne bileyim ben sevdiğime bile kavuşamayacaksam niye yaşıyorum ki? Düşünsene yedi düvele korku salan eşkıya sevdiğinin düğününde sevdiceğine para takıyor. Allahım dağ olsa yıkılır taş olsa erir. İnsan hayattan ne çekti be. Her şeyin bir imtihana dönüştüğü dünya. Insanın, sevginin, paranın, nefretin, hüznün... Oysa baksan bir sıkımlık canımız var. Oysa baksan içimizi kemiren şeylerle zaten tükenmiş gibi canımız.

1 Ocak 2020 Çarşamba

Kum

 Beş altı kere yazdıklarımı sildim. Tekrar yazıp, tekrar sildim. Ne yazacağımı bilmesem de başlarken hangi duyguyla yazmaya başladığımı biliyorum. Sevgiler üzerine düşünüyorum. Kalpte yer eden sevgiler üzerine. Kalbimiz o kadar geniş ki pek çok şekilde pek çok kişiyi sevebilir. Bence en iyi arkadaş lafı şu dünyanın en saçma zımbırtısı. Bir sürü çok sevdiğim arkadaşım var ve birini birine seçme fikri saçma. Biz insanlar kutuplaştırıp en etiketini yapıştırmaya çok meraklıyız. Hayat bunun çok daha ötesinde.
 En ahlaklı diye bir şey yok. En çok sevilen diye bir şey yok. En güzel bakan diye bir şey yok. En ağır imtihan diye bir şey yok. Bir zaman bir şey bunlardan herhangi biri olabilirse de bu mutlaklık kazandığı anlamına gelmez. Sevdiğim birini düşünürken onun yüzündeki çizgilerin hangi duyguyla belirginleştiğini biliyorum. Az güldüğünde gözünün kenarında kaç kırışığın daha belirginleştiğini çok gülünce o çizgilerin yüzünde ne kadar yol aldığını biliyorum. Gözlerinin ne zaman dolacağını, gözlerinin dolduğunda hissettiği kedere göre kaç kere yutkunacağını biliyorum. Ama yine de bilmediğim o kadar çok ki! Sanki çok görünür gibi. Olduğu gibi ve göründüğünün ötesi yokmuş gibi. Oysa öyle değil. Sadece izin verdiği kadarını görebiliyorum. Yazdığı kitaplarla bir bir anlattığı şeyleri kalbimde hissediyorum ve sanki onları hissettikçe aramızdaki aşılmaz gibi olan o yolu biraz yürüyorum. Yine de insanın insanla arasında aşılması kolay olmayan mesafeler var.
 Aile bireylerimi düşündüm sonra. Annemi, babamı, abilerimi ve kardeşlerimi. Aslında kimin neyi yapabileceğini biliyormuş gibi hissediyorum. Yapmamaları gereken şeyleri yaptıklarını öğrendiğimde şaşırmıyorum. Bu dünyada her şey olabilir düşüncesinden dolayı değil, daha çok yapacakları zamanı bekliyormuşum hissi. Beklerken bile bazı şeylerin başa geldiği zaman hissedilen duyguların tarifi yok. Sanki kalbe bir an soğuk şok veriliyor ve buz tutan o kalp yüksek bir yerden bırakılıyor. Yere çarptığında da cam gibi tuz buz oluyor ve kanayamıyor.
Hayat hep acı değil. Ama insan en çok acıyı anlamlandırmaya çalışıyor. Mutluyken sadece mutlusun. Yanlışım varsa düzeltin ama kimse mutluluğu tarif etmeye kalkmadı. Uzun sürse bile sanki göz açılıp kapanmış ve bitmiş. 
 Bir de kalpten çıkıp gitmesi gereken ama gitmek bilmeyen şeyler var. Diyorsun ki tamam artık bitti, bundan sonrası gelmez. Artık unuttum. Çevrilmiş bir kum saatinin dökülen son taneleri gibi kalpten döküldüğünü hissediyorsun. Her zaman dolu dizgin duygularla sevemiyorsun. Hatta çoğu zaman kalpteki yeri o son kum tanesi gibi. Öyle olmasa yaşayamazdım, sol kolum da aynı fikirde. Ama sonra bir şey oluyor ve sanki biri o kum saatini tekrar geri çeviriyor. O anlarda nefes alıp verişimi sayılabilir ve o zaman, yerdeki o kalp kırıntıları ayrı ayrı aynı ritimle çarpmaya başlıyor ve bütün kırıklıkları hissediyorsun. Bütün kanamaları... Yazdıkça biter mi, bilmiyorum. 

tiksinti

      insan kendisi olmak dışında her şeyden vazgeçebilmeli. aşktan, paradan, hayallerden, dünyadan. geriye kalacak tek şey kişinin kendisi ...